BAYRAM TATİLİN DE, BÜYÜK ADA
Kurban Bayramı tatilinin uzun olması, herkes için olduğu kadar bizim içinde çok güzel geçmesine sebep oldu. Güzel geçmesinin bir başka nedeni de; çoğunluğun, şehir dışına çıkmış olmalarından dolayı İstanbul da kalan bizler için burasının sakin, sessiz ve huzurlu olmasıydı.
Gerçekten de İstanbul sadece şehirde bizim gibi kalan birkaç kişiyle, turistlere kalmıştı.
Eşim ile bol bol dinlenip, yürüyüşler yaptık. Hatta bir gün bir çılgınlık yapıp; sabahın sekizinde yollara düşüp Büyükada'ya gittik.. Ortalama yirmi (20) yıl sonra Birkaç ufak detaylar haricinde Büyükada o ihtişamı ile yine aynıydı. Hatıralarımdakinden çokta farklı değildi. Sadece etrafta hiç eşek görememiştim.
Büyükada'ya gitmek isteyenler için; her gün Bostancı'dan Mavi Marmara'nın yanın da Dentur, Prenstur, Turyol firmalarının düzenli motor turları bulunmakta.
Deniz otobüsün deyken fark etmedim ancak, adaya indiğimde kalabalığın yüzde seksenini Arap turistlerin oluşturduğunu gördüm. Sadece Alman ve farklı kültürlerden birkaç insanlarla karşılaşmıştık. Deniz otobüsünden indikten sonra adanın ve belediyenin sağ tarafına doğru sahilden yürümeye başladık.
Sahilin yarısını restaurantlar oluşturuyordu. Bu restaurantlar da henüz öğlen olmamasına rağmen çoğunlukla turistler yemek yemekteydi.
Palmiyelerle süslü ağaçlandırılmış sahil yolu cıvıl cıvıldı. Bizim gibi yürüyüş yapanlar, bisiklete binenlerle doluydu.
Palmiyelerin meyveleri, o denli hoş görünüyordu ki çocuk edası ile hemen resmini çekiverdim.
Sahil boyunca palmiyelerle süslü bu yolda, eşit aralıklarla konulmuş bankların birinde dinlendik. Manzarayı seyrettik. Sakin sakin, ada da ki ilk saatlerimizin tadına vardık.
Molamızı sonlandırdıktan sonra adanın yukarılarına doğru yürüyerek çıkmaya devam ettik. Tek tük faytonlar yol boyunca ilerliyorlardı. Bisiklete binen Arap genç erkek ve kızlar ise sesleriyle caddeleri şenlendiriyorlar dı.
Yolumuzun bundan sonrasını resimlerle anlatmaya çalışacağım. Çünkü bu muhteşem atmosferi ve evleri soluksuz seyredebilmeniz adına bir şeyler yazmadım. Umarım sizde her baktığınız eski veya yenilenmiş bu ev ve sokakların geçmişteki hikayelerini düşünüp, gözünüz de canlandırarak bakarsınız.
İlerleyen satırlarda AYA YORGİ ve hikayesinde görüşmek üzere; iyi seyirler olsun. :)
Burada ki görmüş olduğunuz sıra; Faytona kuyruğu. Ortalama (bir) 1 km fayton ile adanın yukarılarına çıkılması için beklenmekte... Biz yürüyüşümüze devam ediyoruz. Daha uzun bir yolumuz var. Çünkü iskeleden Aya Yorgi'nin bulunduğu tepeye dek olan yolumuz 2.700 km.
Biraz dinlenmek adına Prencess Otel in biraz ilerisinde yer alan bu cafeye oturduk. Manzaraya karşı birer az şekerli ve yanında minik çikolatalı lokum ile Türk kahvesini içtik. Sohbet ettik. Biraz etrafımda ki insanları seyrettim. Dış görünüşünden çözemediğim ancak içlerinde fırtınalar yaşayan insanlar; huzurlu,dingin insanlar; heyecanlı, sinirli insanlar; dünyadan bihaber, salaş insanlar vardı. Yarım saat sonra yolumuza devam ettik.
Büyükada nispeten sakindi. Ancak yolların bu kadar boş olduğuna bakmayın. Çoğunluk yukarıda da gördüğünüz üzere fayton kuyruğundaydı. Bu kadar çok fayton olabileceği aklıma gelmemişti. Çünkü yol boyunca vızır vızır geçiyorlardı yanımızdan. Gençler ise bisiklete biniyordu. Sadece birkaç kişi de bizim gibi yürüyüşü seçmişti.
Büyükada gözetleme kulesi ' ADAKULE '. Aya Yorgi Kilisesine giderken yolu yarıladığımızda, yol ayırımı var. Yolun başında yasak bölge olarak uyarı levhası bulunmakta.
Burası, faytonların son durağıydı. Bana çocukluğumu hatırlattı. Tıpkı panayır meydanlarına benziyordu.
Buradan sonra ki yol arnavut kaldırımı döşenmiş dik yamaçtan oluşuyor. Ortalama 1000 metre. Adanın en yüksek tepesinde AYA YORGİ KİLİSESİ bulunmakta.
Büyükada gözetleme kulesine gidiyor.
ADAKULE
Zirveye ulaştığımızda dinlenmek hemde bir şeyler içmek için girdiğimiz yiyecek kuyruğu.
AYA YORGİ
Büyükada'nın en yüksek noktası Yüce Tepe de yer alan Aya Yorgi Kilisesi Saint George adına yapılmış.
(Saygımdan dolayı, uyarılara dikkati alarak, ben içerisinin resmini çekmemiştim. Ancak gidememiş, gitmişse de içeriye girmek nasip olmamışlar için internetten bulduğum bu resmi sizlerle paylaşmak istedim.)
Ortodoks Kilisesinin otoritesi sayılan başpiskoposluğun, Türkiye'de kabul ettiği kilise olma özelliğini taşıyormuş.
Patrikhane kayıtlarına göre Aya Yorgi Manastırı 1751 de inşa edilmiş. Bu kilise iki katlı kiremit örtülü dua yeri olarak bilinen küçük bir yapı. Tepede kesme taştan yapılmış kilise ise yeni Aya Yorgi Kilisesiymiş. 1905 yılında inşa edilmiş olup 1909 yılında kullanıma açılmış.
Girişteki üstü açık holde duvara asılı panoda ki yazıda yer alan rivayete göre:
Bizans dönemlerinde, işgal altında kalan adanın papazları yağmalamalara karşı ikona ve kutsal eşyaları korumak amacıyla binayı toprağa gömmüşler. Aradan uzun yıllar geçmiş. 4. Murat zamanında Rumların, Aya Yorgos dediği aziz; bir gün bir çobanın rüyasına girmiş ve ondan kiliseye giden yokuşu tırmanmasını, çan sesini duyduğu an olduğu yerde durup, toprağı kazmasını istemiş. Çoban bu rüyayı birkaç gün üst üste görmüş. Aziz Aya Yorgi'nin kendisine dediklerini harfiyen uygulamış. Toprağın altından bugün halihazırda kilisede sergilenmekte olan ikona (Saint George'un denizden çıkan canavarı mızrağı ile öldürdüğü) ve kutsal cisimleri çıkarmış.
Aya Yorgi Kilisesi,Hristiyanlar tarafından kabul edilen iki haç noktasından biri olma özelliğini taşımaktaymış.
Aya Yorgi Kilisesi,Hristiyanlar tarafından kabul edilen iki haç noktasından biri olma özelliğini taşımaktaymış.
Aya Yorgi Ortodoks mezhebinde:
23 Nisan tarihi Yorgoların isim günü olarak anılıyor
24 Eylül ise, azize olan Ayie Thekla'nın anıldığı gün
olduğu için bu tarihlerde Aya Yorgi Kilisesine gelmek Hristiyanların inancına göre kutsalmış. Çıplak ayakla, hiç konuşmadan tırmanılan bu yokuşta ilerleyenler yarı hacı sayılıyormuş. Tam hacı olmak; Efes yakınlarında ki Meryem Ana Kilisesine olan ziyaret ile tamamlanıyormuş.
Ancak farklı dinlerden olan insanların inancına görede dilek ve duaların gerçek olması için bu yokuşu tırmandıktan sonra kiliseye varınca buradan çan veya bir anahtar alınıyor. Dilek gerçekleştikten sonra çanı veya anahtarı kiliseye geri getirerek iade ediliyormuş.
Kısmetinin açılmasını isteyenler ise; yolun başından başlayarak kiliseye dek makara ipini açarak gidiliyormuş.
Bu meşekatli, dik yamaç yol arnavut kaldırımı tarzı döşenmiş patika yol gibi. Bence çıkarken arada bir minik molalar verdiğiniz de manzaranın keyfini çıkarmayı unutmayın. Hele tepeye vardığınızda içtiğiniz çayın tadına doyum olmuyor.
Kilisenin içini hafiften tütsü kokusu sarmıştı. İnsanı rahatlatan bu güzel koku eşliğinde ilahilerin söylendiği müzik geliyordu kulağıma inceden. Etkilenmemek elde değildi. Duvarlarında yer yer İNCİL'den alıntı cümlelerin yazıldığı kağıtlar asılmıştı. Birkaç kez okuduğum Kuran' ın türkçe mealinde verilen mesajlarla ne kadar da örtüşüyordu.
Kilisenin içini hafiften tütsü kokusu sarmıştı. İnsanı rahatlatan bu güzel koku eşliğinde ilahilerin söylendiği müzik geliyordu kulağıma inceden. Etkilenmemek elde değildi. Duvarlarında yer yer İNCİL'den alıntı cümlelerin yazıldığı kağıtlar asılmıştı. Birkaç kez okuduğum Kuran' ın türkçe mealinde verilen mesajlarla ne kadar da örtüşüyordu.
Kiliseden melankoli bir ruh haliyle çıkarken, giriş avlusunda bende dileğimi Yüce Ulu Rabbim'den dileyerek mum yaktım. Herkesin dilemiş olduğu, tüm iyi dileklerinin gerçekleşmesi umuduyla :)
Bu tepede 1 TL karşılığında dürbün ile etrafı izlerken Gözüm Rum Yetimhanesine takıldı. Yakından ne kadar da hoş görünüyormuş. O yıkık dökük haliyle bile.
(Dürbünden gördüğüm bu binanın resimlerini sizinle paylaşmak adına internetten bulduğum bu üç resmi sayfama aldım.)
Bu binanın bulunduğu tepe, adanın ikinci büyük tepesi. Bu tepenin adı Hiristo (İSA) Tepesi'ymiş. 1899 Yılın da Fransız şirketi tarafından otel olarak dönemin ünlü mimarı VALLAURY'ye inşa ettirilmiş. Avrupa kıtasının en büyük ahşap binası unvanını alan bu yapı bütün görkemi ile şimdiler de adanın manzarasını süslemekte
Ancak Prinkipo Palas ismiyle açılması düşünülen otel gerekli izinleri alamamış o dönemin yetkililerinden. Otel olarak yapılan bina daha sonra ELENİ ZARİFİ tarafından satın alınmış. Buraya Yedikule Balıklı Hastanesinin yetimhanesi taşınmış. 1960 Yıllara kadar açık olan bu Büyükada Rum Yetimhanesi kapatılarak ilgisizliğe bırakılmış. Şimdilerde harabeye dönen bu binanın yeniden açılma çalışmaları bulunmakta.
Bir saatimizi burada dinlenerek ve etrafı seyrederek geçirdikten sonra dönüş yolculuğumuz başladı. Çıkarken bakıp ta görmediklerimizi inerken fark etmemize şaşırıyorduk. Meydanında ki saat kulesini biraz geçtikten sonra birbirinin benzeri biraz da salaş restaurantta balık yemek için oturduk. Gerçekten de yorulmuş ve acıkmıştık. Hayatımda bir balık ve bilumum deniz ürünleri bu kadar lezzetli gelmemiştir. Yiyen var yiyemeyen var diyerek yemek paylaşımında bulunmadım. Ama yemek yediğimiz yerin resmini çekebilmiştim. :) Fiyatlar sahilde kilerine göre daha uygundu.
Eve ulaştığımız da saat 9.30 sularıydı. İnanılmaz yorgun düşmüştük. Ertesi gün bile bacaklarım ve ayaklarım ağarıyordu. Elbette, Yüce Tepeye çıkış ve iniş 5.400 km bir de oralarda gezinip dolaşmalarımız da attığım adımın hesabını ben bile hatırlamıyorum. AMA ÇOOOK GÜZEL VE YORGUNLUĞUMA DEĞER BİR GÜNDÜ.
Sevgilerimle...
Sevgilerimle...
Dertdeva Teyze
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder